Hakkımda

Fotoğrafım
Söyleyeceklerini yapmış bir özgürlük suvarisi.

4 Ekim 2011 Salı

Yüz Yirmi Üç Ay Sonra

On yıl üç ay aradan sonra, on yıl üç ay önceki çatışma alanına döndüm. Her birinden sadece bir defa geçtiğim yollarından, ikinci defa geçerek yürüdüm. Daha önce yürüdüğüm ve yürümediğim yollarından gittim. Şeşdarê’ de gerçekte bir yol yoktu. Yürüdüğüm yerlere ben yol adını verdim. Şeşdarê!
                            
Şeşdarê!
Şeşdarê!
Sırtları sessiz ve yalnızdı. Yolları, patikaları gerillanın mekaplarıyla genişleyip toz duman olmamıştı. Xelil Sümbül, Seyfi ve Cudi Ş.Weyt’in bölükleri Haziran sıcağında eylem için gelmemişlerdi. Haziran sıcağı yerinde yoktu.
Ne kurşunla ayak bileği parçalanmış bir kadın gerillanın acısı çalıların arasında gizlenmişti ve ne de o acının, ihanetin ellerine düşerek daha da büyümemesi için gerillanın namlusunda patlayan kurşunların sesi ortalığı kaplamıştı.
Kobralar ölüm kusmuyordu. Ne obüsler, ne 57’lik toplar, ne 120’lik havanlar ne de tanklar Şeşdarê’yi ölümüne ve araklıksız vurmuyordu. Vurmamanın sessizliği kaplamıştı ortalığı.
Peşmergeler her tarafı sarmamış; Kleş, BCK, Karnas ve Roketatarlarla “iş başı” yapmamışlardı. Peşmergelerin, sahiplerine yaranmacı naraları duyulmuyordu ortalıkta.
Sırtın kayalıklarına boydan boya mevzilenerek yerleşmiş üç bölüğün en kahraman gerillalarını aradım. Takım komutanı Şervin, Manga Komutanı Agitê Garisi, Takım Komutanı Mazlum GAP, Manga Komutan yardımcısı Mazlum Avrupa (Halfeti), Takım Komutanı Sozdar, Xelil Sümbül, Seyfi… Ve daha nicesini aradım, aradım orada yoktular. Her biri ülkemin bir dağında, geçidinde, yolunda ve bir savaş meydanında savaşarak ya da arkadan kahpeler vurularak şehit olmuşlardı.
Şervin; Takım Komutanı, yoldaşlığın ruhu, kadın direnişi ve iradesinin yenilmez sembolü, eylemci, canlı, coşkulu ve Özgürlüğe tutkuyla bağlı.
Şervin, Zınar’ın kanıyla tepeden tırnağa boyanmamıştı. Şervin, kan kan Zınar kokmuyordu. Şervi’nin elbiselerine sinmiş Zınar kanının kokusu burnuma gelmedi.
Şervin; yağmur gibi yağan havan ve top atışları altında, sonra da kobralarla karşı karşıya kalarak parelenmiş yoldaşı Zınar’dan vazgeçmeyerek onu getirmiyordu. Ben sırtımda çantamla, silahımla; Mervan’ın kleşi ve Zana’nın karnasıyla Şervin’in yardımına koşmuyordum. Havanlar sağıma soluma önüme arkama düşüp hiddetle patlamıyorlardı.
Ayağından kurşun alarak yaralanmış ve hiç tanımadığım bir gerilla merakla ve endişeli bakışlarım altında tanımadığım başka bir gerilla tarafından çıplak tepeden cesurca geçmediler.
Her zamanki gibi, diğer bölüğün komutanı Seyfi arkadaş kurşun yağmuru, kobra, havan ve top atışlarına aldırış etmeden, Kleş, BKC ve roketlere karşı siper almadan apaçık sırtın üzerinde dimdik ayakta durarak savaşı koordine etmiyordu. Ben endişelenip yalvarırcasına “Heval Seyfi, Heval Seyfi kendini eğ, bu tarafa, yanımıza gel vurulacaksın” diyemedim.
Oraya kurşunlar yağmıyordu. Havanlar düşmüyor, kobralar vurmuyordu.
Orada Seyfi yoktu…!
Orda, hemen beş metre yamaçta; tank atışıyla sol bacağı diz altından kopan, sağ ayağı kırılan, el parmaklarının çoğu kesilen alnından küçük bir şarapnel parçasının delerek içeri girdiği Zınar’ın iniltileri yükselmiyordu. Dizimde Zınar’ı başı yoktu.
Başı dizimde ve iniltiler içindeki Zınar gözlerimin içine bakarak “Eze biçim na? Demediği için ben de içim kan ağlarken, “De aybe lo, parçeki biçük li te ketiyê gir gira teye weki zarokan” deyip acı bir gülümseyiş vermedim ona. “Kolinge min, linge min nine”diyen Zınar’a halen derisi kopmamış kesik ayağını şalvarının paçası içerisinden yukarı kaldırarak sırt üstü yatan ve başı dizimin üstünde duran Zınar’a göstererek acı içkin bir gülümseyişle; “Ha linge te! Diyemedim. Ve sonra eğilip Zınar’ın alnını ilk ve son defa öpmedim.
Yamacı kılçıklı otlar kaplamıştı. Dizim orada yoktu. Dizimde Zınar yoktu.
Orada acemi bir sedye ve sedyenin üzerinde kısa boyuna rağmen 80–90 varan kilosuyla esmer tenli genç Zınar yoktu. Bu nedenle, daracık sedyenin bir sağından bir solundan kayıp düşmüyordu. Yanımda bütün elbiseleri Zınar’ın kanıyla boyanmış Şervin yoktu. Bu nedenle Deriye Davetiye’nin tam karşısında görüntü vere vere sedyeyi yeniden hazırlayıp Zınar’ı ona bağlayamadık. Oradan 25–30 metre uzaklaşmamışken 5–6 havan yerimize isabet edip orayı dumana- toza boğmadı.
Ve Zınar, oracıkta son nefesini vermiyordu. Ben ilk kez bir şahadete tanık olmuyordum. Gözümdeki yaşlar kurumuyordu. Kani ve Hozan, kandan ve “ölü”den çekinerek bizden uzaklaşıp, gitmiyorlardı. Ben ve Şervin Zınar’la baş başa kalmıyorduk.
Şervin ve ben kasatura ve silah şişi ile bir ağacın altında el acele mezar eşmedi. Orada Şervin yoktu, oradan hiç kimse yoktu.
Yüz yirmi üç ay sonra, hiç unutmadığım ağacın altına gittiğimde Zınar’ın mezarı belirgin değildi. Ağacın altı düzeltilerek, büyük ihtimalle yatma yeri olarak kullanılmıştı. Orada Zınar’ın yattığından habersiz.
Mezarı biraz eşeledik. Toprak çok sertleşmişti. Daha sonra şehitliğe götürebilmek üzere işaretleyip bıraktık.
Orada Zınar vardı. Seyfi, Xelil vardı, Mazlum, Sozdar, Cudi vardı.
Orada Şervin vardı.
Ben yoktum orada
Bir Haziran sıcağı yoktu.


Zerdeşt Dersimi
Haftanin- Şeşdarê
Top of Form

Bottom of Form

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder