Nurhaklar'dan Botan'a Asil, bilge, özgür ruhlu bir gerillanın hikayesi...
12 Kasım 2011 Cumartesi
4 Ekim 2011 Salı
Yüz Yirmi Üç Ay Sonra
On yıl üç ay aradan sonra, on yıl üç ay önceki
çatışma alanına döndüm. Her birinden sadece bir defa geçtiğim yollarından,
ikinci defa geçerek yürüdüm. Daha önce yürüdüğüm ve yürümediğim yollarından
gittim. Şeşdarê’ de gerçekte bir yol yoktu. Yürüdüğüm yerlere ben yol adını
verdim. Şeşdarê!
Şeşdarê!
Şeşdarê!
Sırtları sessiz ve yalnızdı. Yolları, patikaları
gerillanın mekaplarıyla genişleyip toz duman olmamıştı. Xelil Sümbül, Seyfi ve
Cudi Ş.Weyt’in bölükleri Haziran sıcağında eylem için gelmemişlerdi. Haziran
sıcağı yerinde yoktu.
Ne kurşunla ayak bileği parçalanmış bir kadın
gerillanın acısı çalıların arasında gizlenmişti ve ne de o acının, ihanetin
ellerine düşerek daha da büyümemesi için gerillanın namlusunda patlayan
kurşunların sesi ortalığı kaplamıştı.
Kobralar ölüm kusmuyordu. Ne obüsler, ne 57’lik
toplar, ne 120’lik havanlar ne de tanklar Şeşdarê’yi ölümüne ve araklıksız
vurmuyordu. Vurmamanın sessizliği kaplamıştı ortalığı.
Peşmergeler her tarafı sarmamış; Kleş, BCK, Karnas
ve Roketatarlarla “iş başı” yapmamışlardı. Peşmergelerin, sahiplerine yaranmacı
naraları duyulmuyordu ortalıkta.
Sırtın kayalıklarına boydan boya mevzilenerek
yerleşmiş üç bölüğün en kahraman gerillalarını aradım. Takım komutanı Şervin,
Manga Komutanı Agitê Garisi, Takım Komutanı Mazlum GAP, Manga Komutan
yardımcısı Mazlum Avrupa (Halfeti), Takım Komutanı Sozdar, Xelil Sümbül, Seyfi…
Ve daha nicesini aradım, aradım orada yoktular. Her biri ülkemin bir dağında,
geçidinde, yolunda ve bir savaş meydanında savaşarak ya da arkadan kahpeler
vurularak şehit olmuşlardı.
Şervin; Takım Komutanı, yoldaşlığın ruhu, kadın
direnişi ve iradesinin yenilmez sembolü, eylemci, canlı, coşkulu ve Özgürlüğe
tutkuyla bağlı.
Şervin, Zınar’ın kanıyla tepeden tırnağa
boyanmamıştı. Şervin, kan kan Zınar kokmuyordu. Şervi’nin elbiselerine sinmiş
Zınar kanının kokusu burnuma gelmedi.
Şervin; yağmur gibi yağan havan ve top atışları
altında, sonra da kobralarla karşı karşıya kalarak parelenmiş yoldaşı Zınar’dan
vazgeçmeyerek onu getirmiyordu. Ben sırtımda çantamla, silahımla; Mervan’ın
kleşi ve Zana’nın karnasıyla Şervin’in yardımına koşmuyordum. Havanlar sağıma
soluma önüme arkama düşüp hiddetle patlamıyorlardı.
Ayağından kurşun alarak yaralanmış ve hiç
tanımadığım bir gerilla merakla ve endişeli bakışlarım altında tanımadığım
başka bir gerilla tarafından çıplak tepeden cesurca geçmediler.
Her zamanki gibi, diğer bölüğün komutanı Seyfi
arkadaş kurşun yağmuru, kobra, havan ve top atışlarına aldırış etmeden, Kleş,
BKC ve roketlere karşı siper almadan apaçık sırtın üzerinde dimdik ayakta
durarak savaşı koordine etmiyordu. Ben endişelenip yalvarırcasına “Heval Seyfi,
Heval Seyfi kendini eğ, bu tarafa, yanımıza gel vurulacaksın” diyemedim.
Oraya kurşunlar yağmıyordu. Havanlar düşmüyor,
kobralar vurmuyordu.
Orada Seyfi yoktu…!
Orda, hemen beş metre yamaçta; tank atışıyla sol
bacağı diz altından kopan, sağ ayağı kırılan, el parmaklarının çoğu kesilen
alnından küçük bir şarapnel parçasının delerek içeri girdiği Zınar’ın
iniltileri yükselmiyordu. Dizimde Zınar’ı başı yoktu.
Başı dizimde ve iniltiler içindeki Zınar gözlerimin
içine bakarak “Eze biçim na? Demediği için ben de içim kan ağlarken, “De aybe
lo, parçeki biçük li te ketiyê gir gira teye weki zarokan” deyip acı bir
gülümseyiş vermedim ona. “Kolinge min, linge min nine”diyen Zınar’a halen
derisi kopmamış kesik ayağını şalvarının paçası içerisinden yukarı kaldırarak
sırt üstü yatan ve başı dizimin üstünde duran Zınar’a göstererek acı içkin bir
gülümseyişle; “Ha linge te! Diyemedim. Ve sonra eğilip Zınar’ın alnını ilk ve son
defa öpmedim.
Yamacı kılçıklı otlar kaplamıştı. Dizim orada
yoktu. Dizimde Zınar yoktu.
Orada acemi bir sedye ve sedyenin üzerinde kısa
boyuna rağmen 80–90 varan kilosuyla esmer tenli genç Zınar yoktu. Bu nedenle,
daracık sedyenin bir sağından bir solundan kayıp düşmüyordu. Yanımda bütün
elbiseleri Zınar’ın kanıyla boyanmış Şervin yoktu. Bu nedenle Deriye
Davetiye’nin tam karşısında görüntü vere vere sedyeyi yeniden hazırlayıp
Zınar’ı ona bağlayamadık. Oradan 25–30 metre uzaklaşmamışken 5–6 havan yerimize
isabet edip orayı dumana- toza boğmadı.
Ve Zınar, oracıkta son nefesini vermiyordu. Ben ilk
kez bir şahadete tanık olmuyordum. Gözümdeki yaşlar kurumuyordu. Kani ve Hozan,
kandan ve “ölü”den çekinerek bizden uzaklaşıp, gitmiyorlardı. Ben ve Şervin
Zınar’la baş başa kalmıyorduk.
Şervin ve ben kasatura ve silah şişi ile bir ağacın
altında el acele mezar eşmedi. Orada Şervin yoktu, oradan hiç kimse yoktu.
Yüz yirmi üç ay sonra, hiç unutmadığım ağacın
altına gittiğimde Zınar’ın mezarı belirgin değildi. Ağacın altı düzeltilerek,
büyük ihtimalle yatma yeri olarak kullanılmıştı. Orada Zınar’ın yattığından
habersiz.
Mezarı biraz eşeledik. Toprak çok sertleşmişti.
Daha sonra şehitliğe götürebilmek üzere işaretleyip bıraktık.
Orada Zınar vardı. Seyfi, Xelil vardı, Mazlum,
Sozdar, Cudi vardı.
Orada Şervin vardı.
Ben yoktum orada
Bir Haziran sıcağı yoktu.
Zerdeşt Dersimi
Haftanin- Şeşdarê
Top of Form
Bottom of Form
2 Eylül 2011 Cuma
Nurhak Bakışlı Oğul
Hey! Nurhak…
Hey! Kalbimizin, sol tarafı,
Hey kıblemiz
Ey! Nurhakların Asil oğlu
Yüreği Şahan oğul
Dağları yatak-yorgan belleyen,
Dağları hayatın özü belleyen oğul.
Eğer gerilla olmak:
Tırnaklarıyla yoktan var etmekse,
Sen dağları tırnaklarınla deldin.
Eğer gerilla olmak bir çağı değiştirmek
Yeniçağlara akmak ise
Sen kucakladığın her anneyi, her babayı
Gözlerindeki ışıkta doğurdun.
Ey Nurhak bakışlı oğul
Eğer gerilla olmak gerektiğinde;
Gerektiğinde vurulmaksa her kuytulukta
Sen her kuşluk vakitlerde vuruldun
Eğer cadde cadde,
Dağ dağ gezmek ise
Eğer işkenceye direnmekse
Eğer hapislik ve sürgünlükse
Sen bağıra çağıra
Sen şen gülüşlerle yürüdün tüm bu yolları
Eğer gerilla olmak hiç olmayacak yerlerde
Ben buradayım demekse:
Hey oğul!!!
Sen Pervari’nin adı bile bilinmez
Sessiz bir caddesinde
Ben buradayım dedin.
Eğer gerilla gerekirse düşmanın içine sızmaksa
Sen vurulurken düşman elbiseleriyle vurulan ilk gerilla oldun.
Ey Nurhakların bilge, altın oğlu
Eğer fedakârlıksa, eğer gerillacılık katıksız bir duruşsa:
Sen tereddütsüzce indin: yaşamdan ölümün kıyısına,
Ölümün kıyısında yeni bir yaşam bırakarak
Eğer gerilla katıksız bir katılışsa hayata
Sen tıpkı aşk gibi karşılık beklemeden sevdin dağları
Bir kızı sever gibi..
Ey gözümün nuru
Ocağımızın şen sesi,
Güler yüzlü, yangın yürekli
Sevda bakışlı, aşk kokulu
Şafak duruşlu,
Nurhak boylum
Nergis kokulu oğlum,
Kalbini fırtınalı göllere batıran oğlum
Şimdi hangi caddeye ses versem
Sesim bana geri dönüyor.
Şimdi hangi dağa gidip bakışlarını arasam,
Benim bakışlarım bana geri dönüyor.
Ey kaderini benim yaratamadığım,
Benim kaderimi belirleyen oğul:
Şimdi hangi yüze baksam,
Senin görürüm.
Her sokağın tenhalığında;
Gerilla sesleri duyarım.
Ey oğul.
Ey oğul yönümü ne Allaha ne kula çevirir oldum
Yönüm senden yana dağlara döner her vakit.
Kirpiklerim;
Aksakalım bir bıçak oldu da;
Yavaş yavaş değil,
Hızla doğrar oldu kalbimi.
Ey beni babası gibi kucaklayan; oğullarım kızlarım..
Nende canım bu kadar acır?
Neden bu kadar çöker omuzlarım?
Eğer bir gerillanın;
Eğer bir devrimcinin babası olmak
Tüm bunlara eyvallah demekse,
Derim oğullarım, kızlarım..
Bakma sen bana öyle oğul.
Görmeyeyim o gülen gözlerinde hüzün.
Bakma sen bana:
Ellerim, kalbim, bakışlarım topraklarıma değmediğindendir,
Bu sessiz haykırışlarım.
Eğer en yüce, en tartışmasız devrimcilik,
Geleceğe anlamlı bir not bırakmaksa:
Sen en güzel notu bıraktın.
Asker elbisesiyle vurulan ilk gerilla olarak
Beni kendinden doğurdun.
Eğer bir gerillanın babası olmak
Yağmura fırtınalara açmaksa bedenini
Açırım oğul.
Eğer bir gerillanın babası olmak
Güneşte kavrulmaksa,
Eğer bir gerillanın babası olmak,
Yüreğini kızgın yağa batırmaksa
Her gün batırıyorum kalbimi en kızgın yağlara
Eğer gerilla babası olmak; sürgünlükse
Sürgünlüğe de eyvallah derim.
Yeter ki sen rahat uyu.
Yeter ki, toprağında boy veren kardelenlerin kokusu gelsin bana.
Sen bil ki oğul, onurlu hayatın;
Benim namusumdur.
Tutmayan ellerime direnç,
Çöken omuzlarıma kuvvettir,
Görmeyen gözlerime ışıksın oğul.
Eğer gerilla babası olmak;
Parça parça olmak
Ve toplamaksa tüm parçalarımızı
Toplarım oğul.
Kavganın özünden öperim…
Baban İbrahim Gezer
1 Eylül 2011 Perşembe
Ölüm Senin Adın Kalleştir
Öylece gömün beni
Ve seslenin
Eyyy uykuya dalmış tanrılar,
Görün kullarınız neler yapmış cansız bedenime
Görün ki tanrıda olsanız
Utanasınız kendinizden.......
Önder Gezer
DEVRİMCİ YAŞAYIP DEVRİMCİ ÖLMEK?
18 Ağustos günü PKK gerillaları Siirt,in Eruh ve Pervari ilçelerindeki bir çok polis ve askeri karakolara ve komando merkezine baskın düzenlemişlerdi ve bu baskınlardan Siirt’in Eruh ilçesinde PKK lilerce düzenlenen saldırı sonucu 2 asker öldü, 4 asker de yaralandı.
Siirt’in Eruh ve Pervari ilçelerinde jandarma ve emniyet karakollarına gerillalar tarafından saldırı düzenlendi. Saldırılarda bir Astsubay ile bir Uzman Çavuş ölürken, 4′ü asker, 4′ü sivil olmak üzere 8 kişi de yaralandı.
Alınan bilgilere göre, akşam saatlerinde Pervari ilçesinde bulunan jandarma ve emniyet karakollarına gerillalar tarafından roket ve uzun namlulu silahlarla saldırı yapıldı. Saldırıya asker ve polislerin de karşılık vermesi üzerine bir çok ev isabet aldı. Saldırıda biri çocuk olmak üzere 4 sivil yaralandı.
Eruh ilçesinde de Bilgili jandarma karakoluna yapılan silahlı saldırıda astsubay İlker Atan (Amasya) ile er Recep Garlı (Diyarbakır) ölürken, 4 asker de yaralandı. Yaralı askerler helikopterle Siirt’e kaldırılırken bölgede operasyonların sürdüğü öğrenildi.
Çeşitli kaynaklar ölü sayısını farklıda verselerde konumuz o olmadığında dolayı orada çatışarak şehit düşen kürt civanları hakkında yazmak istiyorum
HPG Siirt’in Eruh ilçesinde hayatını kaybeden kadın gerillanın kimliğini 1982 Mardin doğumlu Zozan Doğan (Nupelda Doğan) olarak açıkladı. 2001 yılında HPG’ye katılan Doğan’ın gerilla içinde Xinere, Xakurke, Zagros ve Botan alanında görev yaptığını belirten HPG şunları ifade etti: “Kişilik olarak önemli deney ve tecrübeler edinen Nupelda Doğan yoldaşımız uzun süre kuzey pratiklerinde kalarak kendi iradesel duruşunu göstermiştir. Fedakârlığı, girişkenliği ve pratik yetenekleriyle de göz dolduran Nupelda Doğan yoldaş her zaman yoldaşları tarafında anılacaktır.”
HPG açıklamasına göre Pervari’de 18 Ağustos günü yaşanan çatışmada hayatını kaybeden iki gerillanın kimlikleri ise şöyle:
1970 Maraş doğumlu Ali Gezer (Zerdeşt Dersimi) ve 1987 Urumiye doğumlu Ferzat Nucevan (Ayhan Gorse).
HPG açıklamasına göre Pervari’de 18 Ağustos günü yaşanan çatışmada hayatını kaybeden iki gerillanın kimlikleri ise şöyle:
1970 Maraş Elbistan doğumlu Ali Gezer (Zerdeşt Dersimi) ve 1987 Urumiye doğumlu Ferzat Nucevan (Ayhan Gorse).
HPG ayrıca (Eruh) Pervari,de hayatını kaybeden Ali Gezer’in bir kız kardeşinin de 1993 yılında Engizek dağlarında PKK saflarındayken hayatını kaybettiğini bunun ardından Gezer’in PKK’ye katıldığını açıkladı.
Uzun süre Botan sahasında kalan Gezer, 2006-2007 yılları arasında da HPG Basın İrtibat Merkezi’nin sorumluluğunu yürüttüğü bildirildi. Birey olarak diğer şehitleri tanımıyorum kuşkusuz ulusal dava için canlarını teredütsüzce koymuşlarsa daha tartışılacak bir yanı yoktur saygı duyulmalı ve sahip çıkılmalıdır ama Ali Gezer
Zerdeşt Dersimi hakkında yazmak istiyorum çünkü Ali gerek yaşamında gereksede gerilla saflarında hep devrimci oldu ve ölürkende devrimci olarak can verdi HPG nin açıklamasında şöyle bir açıklama var, kız kardeşi (Mizgin) Elif PKK saflarında şehit düştükten sonra (Zerdeşt Dersimi) Ali Gezer,in PKK saflarına katıldığı gibi yansıtılıyor bu ya bir yanlış duyum yada bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum başka şeyler düşünmek dahi istemiyorum çünkü gerek Mizgin Elifi gerek Zerdeşt Dersimi ve gereksede ailenin diğer fertlerini yakından tanıyorum aile yurtsever devrimci bir aile ve bu yurtsever devrimci kimlikleri 12 mart 1971 darbesinden sonra gelişen devrimci mücadeleye aile her zaman destek sunmuş her zaman devrimcilerin safında yer almışlardı, 12 eylül darbesinden sonra gelişen Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine aile teredütsüz bir şekilde yer almıştı, desteklemişti elbetteki aile içerisinde bir birinde etkilenmek olabilir lakin bunu birisi şehit olduktan sonra diğeri katılım gösterdi gibi göstermek doğru değildir, Zerdeşt dersimi Ali Gezer Mizgin Elif katılım göstermeden öncede PKK ylen ilişkideydi ve İstanbulda üniversiteden uluslararası ilişkileri okurken gençlik çalışmaların içerisinde aktifti ve 1993 yıllında esir düştü 1996 yıllına kadar cezaevinde yattı ve cezaevi çıkışından sonrada gerilla saflarına katıldı, şunuda belirtmek isterim ki 1990 lı yıllar bu ailenin tüm ferdleri için tam bir mücadele ve tam bir dramdırda diyebiliriz çünkü aile tamamen devletin hedefi durumundaydı en küçük çocuklarında en büyük aile ferdine kadar devletin gözünde teröristti ve hedefti bundan dolayıda 11 çocuklu bu aile tamamen dağıldı, dağıtıldı kimisi cezaevine düştü kimisi gerilla yaşamını tercih etti ve geride kalanlarsa sürgünde yaşamak zorunda kaldı ve bu gün en acı durumsa bu kalabalık aileden sadece bir kardeşi Ali,nin cenazesine gidebildi Zerdeşt Dersimi Ali,yi hak ettiği son yolculuğuna gidememek daha acı bir durum yöremizde duyarlı kesimler ve katılması gereken kalabalık bir kitle Ali,yi son yolculuğuna gönderdi Ali,ye ailesinin yokluğunu his ettirmeyen tüm dostlara sonsuz şükranlarımı iletmek isterim, belki Ali,nin hak ettiği bu kadar değildi, çok daha geniş katılım olmalıydı, düşmana inat Zerdeşt Ali sahiplenilmeli ve sahiplenildide.
Zerdeşt Dersimi Ali yaşamı boyunca devrimci yaşadı sonsuzluğa giderkende devrimci gitti, o Pervarideki eylemde yaralı arkadaşını kurtarmak için kendisini düşmanın hedefi haline getirdi, işte devrimci olmak fedakar olmak ancak böyle olurdu Zerdeştte bunu yaptı.
Ali devrimciliği özümsedi ve bir yaşam biçimi olarak yaşadı elde silah toprağa düşerken bile kahramanca savaşarak düştü toprağa.
Asla unutmayacak unutturmayacağız?
Zerdeşt Dersimi bir çok badirelerden geçti asla yılgın olmadı, kaçkın olmadı tüm yaşamını mazlum kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesine adadı ve son nefesinde bile mazlum kürt halkının onuru ve sembolü oldu.
Başta ailesi olmak üzere tüm sevenlerine ve kürt halkına başsağlığı diliyor acılarını paylaşıyorum o sadece ailesinin bir parçası değil hepimizin mazlumların, ezilenleri, kürt halkının bir parçasıydı onun acısı hepimizin yüreğine bir kor gibi düştü.
Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Elbette Türkiye’de en uzun koşuysa devrim
O onun en güzel en güzel yüz metresini koştu
İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiylen
En hızlısıydı hepimizin en hızlısıydı hepimizin
İlk o göğüsledi ipi
Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun
Can Yücel bu dizelerinde diğer devrimci kahranları gösterdiği gibi tıpkı Zerdeşt Dersimiye atıfta bulunmuş sanki Aşk olsun sana aşk olsun Zerdeşt Ali.
Seni unutmayacak unutturmayacağız.
Ölüm adın kaleş olsun.
Daima bizimlesiniz, daima sizinleyiz ateşin ve güneşin çocukları, devrimci yaşayıp devrimci ölenler?
Kalender Şahin
Kalender1@bluemail.ch
Siirt’in Eruh ve Pervari ilçelerinde jandarma ve emniyet karakollarına gerillalar tarafından saldırı düzenlendi. Saldırılarda bir Astsubay ile bir Uzman Çavuş ölürken, 4′ü asker, 4′ü sivil olmak üzere 8 kişi de yaralandı.
Alınan bilgilere göre, akşam saatlerinde Pervari ilçesinde bulunan jandarma ve emniyet karakollarına gerillalar tarafından roket ve uzun namlulu silahlarla saldırı yapıldı. Saldırıya asker ve polislerin de karşılık vermesi üzerine bir çok ev isabet aldı. Saldırıda biri çocuk olmak üzere 4 sivil yaralandı.
Eruh ilçesinde de Bilgili jandarma karakoluna yapılan silahlı saldırıda astsubay İlker Atan (Amasya) ile er Recep Garlı (Diyarbakır) ölürken, 4 asker de yaralandı. Yaralı askerler helikopterle Siirt’e kaldırılırken bölgede operasyonların sürdüğü öğrenildi.
Çeşitli kaynaklar ölü sayısını farklıda verselerde konumuz o olmadığında dolayı orada çatışarak şehit düşen kürt civanları hakkında yazmak istiyorum
HPG Siirt’in Eruh ilçesinde hayatını kaybeden kadın gerillanın kimliğini 1982 Mardin doğumlu Zozan Doğan (Nupelda Doğan) olarak açıkladı. 2001 yılında HPG’ye katılan Doğan’ın gerilla içinde Xinere, Xakurke, Zagros ve Botan alanında görev yaptığını belirten HPG şunları ifade etti: “Kişilik olarak önemli deney ve tecrübeler edinen Nupelda Doğan yoldaşımız uzun süre kuzey pratiklerinde kalarak kendi iradesel duruşunu göstermiştir. Fedakârlığı, girişkenliği ve pratik yetenekleriyle de göz dolduran Nupelda Doğan yoldaş her zaman yoldaşları tarafında anılacaktır.”
HPG açıklamasına göre Pervari’de 18 Ağustos günü yaşanan çatışmada hayatını kaybeden iki gerillanın kimlikleri ise şöyle:
1970 Maraş doğumlu Ali Gezer (Zerdeşt Dersimi) ve 1987 Urumiye doğumlu Ferzat Nucevan (Ayhan Gorse).
HPG açıklamasına göre Pervari’de 18 Ağustos günü yaşanan çatışmada hayatını kaybeden iki gerillanın kimlikleri ise şöyle:
1970 Maraş Elbistan doğumlu Ali Gezer (Zerdeşt Dersimi) ve 1987 Urumiye doğumlu Ferzat Nucevan (Ayhan Gorse).
HPG ayrıca (Eruh) Pervari,de hayatını kaybeden Ali Gezer’in bir kız kardeşinin de 1993 yılında Engizek dağlarında PKK saflarındayken hayatını kaybettiğini bunun ardından Gezer’in PKK’ye katıldığını açıkladı.
Uzun süre Botan sahasında kalan Gezer, 2006-2007 yılları arasında da HPG Basın İrtibat Merkezi’nin sorumluluğunu yürüttüğü bildirildi. Birey olarak diğer şehitleri tanımıyorum kuşkusuz ulusal dava için canlarını teredütsüzce koymuşlarsa daha tartışılacak bir yanı yoktur saygı duyulmalı ve sahip çıkılmalıdır ama Ali Gezer
Zerdeşt Dersimi hakkında yazmak istiyorum çünkü Ali gerek yaşamında gereksede gerilla saflarında hep devrimci oldu ve ölürkende devrimci olarak can verdi HPG nin açıklamasında şöyle bir açıklama var, kız kardeşi (Mizgin) Elif PKK saflarında şehit düştükten sonra (Zerdeşt Dersimi) Ali Gezer,in PKK saflarına katıldığı gibi yansıtılıyor bu ya bir yanlış duyum yada bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum başka şeyler düşünmek dahi istemiyorum çünkü gerek Mizgin Elifi gerek Zerdeşt Dersimi ve gereksede ailenin diğer fertlerini yakından tanıyorum aile yurtsever devrimci bir aile ve bu yurtsever devrimci kimlikleri 12 mart 1971 darbesinden sonra gelişen devrimci mücadeleye aile her zaman destek sunmuş her zaman devrimcilerin safında yer almışlardı, 12 eylül darbesinden sonra gelişen Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine aile teredütsüz bir şekilde yer almıştı, desteklemişti elbetteki aile içerisinde bir birinde etkilenmek olabilir lakin bunu birisi şehit olduktan sonra diğeri katılım gösterdi gibi göstermek doğru değildir, Zerdeşt dersimi Ali Gezer Mizgin Elif katılım göstermeden öncede PKK ylen ilişkideydi ve İstanbulda üniversiteden uluslararası ilişkileri okurken gençlik çalışmaların içerisinde aktifti ve 1993 yıllında esir düştü 1996 yıllına kadar cezaevinde yattı ve cezaevi çıkışından sonrada gerilla saflarına katıldı, şunuda belirtmek isterim ki 1990 lı yıllar bu ailenin tüm ferdleri için tam bir mücadele ve tam bir dramdırda diyebiliriz çünkü aile tamamen devletin hedefi durumundaydı en küçük çocuklarında en büyük aile ferdine kadar devletin gözünde teröristti ve hedefti bundan dolayıda 11 çocuklu bu aile tamamen dağıldı, dağıtıldı kimisi cezaevine düştü kimisi gerilla yaşamını tercih etti ve geride kalanlarsa sürgünde yaşamak zorunda kaldı ve bu gün en acı durumsa bu kalabalık aileden sadece bir kardeşi Ali,nin cenazesine gidebildi Zerdeşt Dersimi Ali,yi hak ettiği son yolculuğuna gidememek daha acı bir durum yöremizde duyarlı kesimler ve katılması gereken kalabalık bir kitle Ali,yi son yolculuğuna gönderdi Ali,ye ailesinin yokluğunu his ettirmeyen tüm dostlara sonsuz şükranlarımı iletmek isterim, belki Ali,nin hak ettiği bu kadar değildi, çok daha geniş katılım olmalıydı, düşmana inat Zerdeşt Ali sahiplenilmeli ve sahiplenildide.
Zerdeşt Dersimi Ali yaşamı boyunca devrimci yaşadı sonsuzluğa giderkende devrimci gitti, o Pervarideki eylemde yaralı arkadaşını kurtarmak için kendisini düşmanın hedefi haline getirdi, işte devrimci olmak fedakar olmak ancak böyle olurdu Zerdeştte bunu yaptı.
Ali devrimciliği özümsedi ve bir yaşam biçimi olarak yaşadı elde silah toprağa düşerken bile kahramanca savaşarak düştü toprağa.
Asla unutmayacak unutturmayacağız?
Zerdeşt Dersimi bir çok badirelerden geçti asla yılgın olmadı, kaçkın olmadı tüm yaşamını mazlum kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesine adadı ve son nefesinde bile mazlum kürt halkının onuru ve sembolü oldu.
Başta ailesi olmak üzere tüm sevenlerine ve kürt halkına başsağlığı diliyor acılarını paylaşıyorum o sadece ailesinin bir parçası değil hepimizin mazlumların, ezilenleri, kürt halkının bir parçasıydı onun acısı hepimizin yüreğine bir kor gibi düştü.
Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Elbette Türkiye’de en uzun koşuysa devrim
O onun en güzel en güzel yüz metresini koştu
İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiylen
En hızlısıydı hepimizin en hızlısıydı hepimizin
İlk o göğüsledi ipi
Aşk olsun aşk olsun aşk olsun sana çocuk aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun
Can Yücel bu dizelerinde diğer devrimci kahranları gösterdiği gibi tıpkı Zerdeşt Dersimiye atıfta bulunmuş sanki Aşk olsun sana aşk olsun Zerdeşt Ali.
Seni unutmayacak unutturmayacağız.
Ölüm adın kaleş olsun.
Daima bizimlesiniz, daima sizinleyiz ateşin ve güneşin çocukları, devrimci yaşayıp devrimci ölenler?
Kalender Şahin
Kalender1@bluemail.ch
Ali’nin öyküsüne bakmak
Yıllardır çatışmalarda yaşamını yitiren askerlerin hayat hikâyelerini dinliyoruz. Ne zaman çatışmalar artsa ve bu çatışmalardan bir insani infial devşirilmek istense canlarını veren o insanların hayatları olanca acısıyla gözler önüne seriliverir. Ağlayan eşler ve çocuklar, handiyse bu çatışmadan da sağ çıksa kapıda bekleyen tezkere ve emeklilikler dramatik tınıyla dile getirilir. Ölen askerlerin öyküleri çoğu kez bir yoksulluk ve yoksunluk diyarından kopartılmış gibidir. Neden böyle olduğunu ise pek kimse sorgulamaz.
Öte yandan bu çatışmaların bir de karşı tarafı vardır. Bu çatışmalarda yaşamlarını yitiren gerillalar da vardır. Ama onların öykülerini Türkiye bilmez. Neden? Çünkü onların acılarından devşirilecek infial yoktur. Üstelik onların hayatları sorgulandığı için o dağ başında son bulmuştur. En büyük farklardan biri belki de budur. Onlar hayatlarına içerilmiş yoksulluğu da, yoksunluğu da, dışlanmışlığı da, inkarı da, eş-çocuk döngüsüne hapsedilmiş kaderi de sorguladılar. Kimse sorgulanmış hayatlardan devşirilecek çıkar bulamaz.
Alın size bir öykü. Türkiyeli insanların bakmak istemediği, devşirecek yön bulamadığı, içine girse zararlı çıkacağı bir öykü. Bu öykünün kahramanı ile ben üniversite yıllarımda tanıştım. Ondan ilk olarak ailem bahsetmişti: “Bizim memleketten... Akraba sayılır... Senin okulda, pırlanta gibi, ona sahip çık, anarşikler bulaşmasın.” Onu bulmak için sınıf tahtasına adını yazdım, sonra kendi sınıfımda adımı yazılı buldum...
“Kuzen sayılırız” dedi. Gencecikti, ateş parçası gözleri, yerinde duramayan bir hali vardı. Dendiği gibi gerçekten pırlanta gibiydi. Köyünden ilk defa İstanbul’a gelen bu genç adamın “anarşiklerden” korunacak bir yanı da yoktu. O geldiği yerden zaten “anarşikti”. Kararlı, idealist, hayalleri olan tüm gençler gibiydi. Üstüne üstlük “yasaklı kimliğine ve ülkesine dair” yaşanmış acıları, çelişkileri ve onlar için verecek bir ömrü vardı. Beni en çok işte her an hesapsızca vermeye hazır olduğu o ömrün saflığı etkiledi. Öyle çok inanırdı ki kavgasına ve hayaline, yanı başındakini de inandırırdı. Bunun için gözlerine bakmak yeterliydi. Sonra bir gün kayboldu ortadan. Yıl 1993’tü. O zamanlar bunca sıcak gençler tek bir şey için kaybolur, tek bir yere giderdi. Anlamamız için kaybolmaları yeterdi.
Aynı zamanda köyden bir haber geldi: “Elif, Nurhaklarda kimyasalla öldürüldü!” Elif, Ali’nin kız kardeşiydi. İki hafta önce evden ayrılmıştı. Ali ondan, o Ali’den habersiz. Elif genç ve güzel kızdı. Ama annesi onun yanmış kömür karası bedenini sadece çocukluk belirtisinden, üst üste yapışık olan ayak parmaklarından tanıdı. O ana ki, artık güzel kızının son halini, yangınlar içerisinde erimiş kömür karası bedenine yapışık parmaklar olarak bildi, bağrına bastı. Belleğinde bu son fotoğraf, yüreğinde onulmaz bir evlat acısının şoku ile yaşamak denirse birkaç yıl daha yaşadı. O birkaç yılda bu ana, kızının kaderine dökülen kimyasaldan ömrüne düşen payıyla parça parça yandı. Elif’i o gün yakanlar, o anaya da her gün bir parça daha yanacağı bir ömür işkencesi miras bıraktı. Elif’i yakanların yerine ana utandı, o ana yandı. Elif’in anası evinin balkonundan “Kızım beni çağırıyor” diye atladığı güne kadar huzur bulmadı. Babası ve kardeşleri ise her gün devlet baskısındaydı.
İntikamı baki olanlara bulaşmış gibi yerli yersiz gözaltında, işkencede kaldılar. Olmadı, dayanamadılar, ya “faili meçhul” olacaklardı ya da gideceklerdi, onlarda geldiler İstanbul’a. Orada da rahat yüzü bulamayınca baba topladı çocuklarını, terk ettiler uğruna onca acıya katlandıkları yurtlarını. Şimdi her biri siyasi yasaklı, ülkeleri yasaklı.
Ali kardeşi Elif’in bu akıbetinden sonra İstanbul’da tutuklandı. Üç yıllık mahpusluktan sonra çıktığı gün, Elif’ten başka söz etmeyi unutan anasıyla vedalaşıp, gitti dağlara. Yıl 1996. Onu uzun zaman sonra ilk o dağlarda gördüm, sanki onca şey onun kader hanesinde olmamış gibi, neşeli, coşkulu ama intikamdan uzaktı. Gözler yine ateş parçası, hayallerinde, dilinde yine insan sevgisi vardı. Dedim ki, “Bunca acı yaratamamışsa nefret, yitirtmemişse insan sevgisini o bu hayatta asla yenilmez.” Anasının intiharını çok sonraları duydu, yine de sevgisi ve merhameti, temizliği ve saflığı yerinde kaldı.
Aradan yine yıllar geçti. Birkaç gün önceydi. ANF’de gördüm son olarak yüzünü. Siirt’te yaralı arkadaşını kurtarmak isterken bir başka arkadaşıyla vurulmuştu.
İnandığı gibi yaşadığı bu hayatta son yolculuğuna giderken, şimdi onun için ağıtlar bir köyünden yükseliyor, bir de İsviçre’den. Köyünde onun için ağlayan akrabaları, İsviçre’de onun için yanan bir babası ve kardeşleri var. Elif’in acısı anasını yaktı, Ali’nin acısı son defa onu görmekten, sarmaktan, son yolculuğunda yanında olmaktan mahrum bırakılan yasaklı baba ve kardeşlerini yakıyor.
Ali Gezer’de olduğu gibi Türkiye’nin bir de karşı tarafın acısına, trajedisine, trajedisiyle baş etme kavgasına bakması gerekmez mi? Çözülecekse bu sorun, susacaksa bu silahlar askerlerin hayatına pek benzemeyen Ali gibi ve ondan daha başka acılardan geçmiş bu hayatları da dışarıdaki insanların bilmesi gerekmez mi? Bakmazsanız bu öykülere, bilmezseniz bu acıları, nasıl barışacaksınız?
Yüksel Genç
Öte yandan bu çatışmaların bir de karşı tarafı vardır. Bu çatışmalarda yaşamlarını yitiren gerillalar da vardır. Ama onların öykülerini Türkiye bilmez. Neden? Çünkü onların acılarından devşirilecek infial yoktur. Üstelik onların hayatları sorgulandığı için o dağ başında son bulmuştur. En büyük farklardan biri belki de budur. Onlar hayatlarına içerilmiş yoksulluğu da, yoksunluğu da, dışlanmışlığı da, inkarı da, eş-çocuk döngüsüne hapsedilmiş kaderi de sorguladılar. Kimse sorgulanmış hayatlardan devşirilecek çıkar bulamaz.
Alın size bir öykü. Türkiyeli insanların bakmak istemediği, devşirecek yön bulamadığı, içine girse zararlı çıkacağı bir öykü. Bu öykünün kahramanı ile ben üniversite yıllarımda tanıştım. Ondan ilk olarak ailem bahsetmişti: “Bizim memleketten... Akraba sayılır... Senin okulda, pırlanta gibi, ona sahip çık, anarşikler bulaşmasın.” Onu bulmak için sınıf tahtasına adını yazdım, sonra kendi sınıfımda adımı yazılı buldum...
“Kuzen sayılırız” dedi. Gencecikti, ateş parçası gözleri, yerinde duramayan bir hali vardı. Dendiği gibi gerçekten pırlanta gibiydi. Köyünden ilk defa İstanbul’a gelen bu genç adamın “anarşiklerden” korunacak bir yanı da yoktu. O geldiği yerden zaten “anarşikti”. Kararlı, idealist, hayalleri olan tüm gençler gibiydi. Üstüne üstlük “yasaklı kimliğine ve ülkesine dair” yaşanmış acıları, çelişkileri ve onlar için verecek bir ömrü vardı. Beni en çok işte her an hesapsızca vermeye hazır olduğu o ömrün saflığı etkiledi. Öyle çok inanırdı ki kavgasına ve hayaline, yanı başındakini de inandırırdı. Bunun için gözlerine bakmak yeterliydi. Sonra bir gün kayboldu ortadan. Yıl 1993’tü. O zamanlar bunca sıcak gençler tek bir şey için kaybolur, tek bir yere giderdi. Anlamamız için kaybolmaları yeterdi.
Aynı zamanda köyden bir haber geldi: “Elif, Nurhaklarda kimyasalla öldürüldü!” Elif, Ali’nin kız kardeşiydi. İki hafta önce evden ayrılmıştı. Ali ondan, o Ali’den habersiz. Elif genç ve güzel kızdı. Ama annesi onun yanmış kömür karası bedenini sadece çocukluk belirtisinden, üst üste yapışık olan ayak parmaklarından tanıdı. O ana ki, artık güzel kızının son halini, yangınlar içerisinde erimiş kömür karası bedenine yapışık parmaklar olarak bildi, bağrına bastı. Belleğinde bu son fotoğraf, yüreğinde onulmaz bir evlat acısının şoku ile yaşamak denirse birkaç yıl daha yaşadı. O birkaç yılda bu ana, kızının kaderine dökülen kimyasaldan ömrüne düşen payıyla parça parça yandı. Elif’i o gün yakanlar, o anaya da her gün bir parça daha yanacağı bir ömür işkencesi miras bıraktı. Elif’i yakanların yerine ana utandı, o ana yandı. Elif’in anası evinin balkonundan “Kızım beni çağırıyor” diye atladığı güne kadar huzur bulmadı. Babası ve kardeşleri ise her gün devlet baskısındaydı.
İntikamı baki olanlara bulaşmış gibi yerli yersiz gözaltında, işkencede kaldılar. Olmadı, dayanamadılar, ya “faili meçhul” olacaklardı ya da gideceklerdi, onlarda geldiler İstanbul’a. Orada da rahat yüzü bulamayınca baba topladı çocuklarını, terk ettiler uğruna onca acıya katlandıkları yurtlarını. Şimdi her biri siyasi yasaklı, ülkeleri yasaklı.
Ali kardeşi Elif’in bu akıbetinden sonra İstanbul’da tutuklandı. Üç yıllık mahpusluktan sonra çıktığı gün, Elif’ten başka söz etmeyi unutan anasıyla vedalaşıp, gitti dağlara. Yıl 1996. Onu uzun zaman sonra ilk o dağlarda gördüm, sanki onca şey onun kader hanesinde olmamış gibi, neşeli, coşkulu ama intikamdan uzaktı. Gözler yine ateş parçası, hayallerinde, dilinde yine insan sevgisi vardı. Dedim ki, “Bunca acı yaratamamışsa nefret, yitirtmemişse insan sevgisini o bu hayatta asla yenilmez.” Anasının intiharını çok sonraları duydu, yine de sevgisi ve merhameti, temizliği ve saflığı yerinde kaldı.
Aradan yine yıllar geçti. Birkaç gün önceydi. ANF’de gördüm son olarak yüzünü. Siirt’te yaralı arkadaşını kurtarmak isterken bir başka arkadaşıyla vurulmuştu.
İnandığı gibi yaşadığı bu hayatta son yolculuğuna giderken, şimdi onun için ağıtlar bir köyünden yükseliyor, bir de İsviçre’den. Köyünde onun için ağlayan akrabaları, İsviçre’de onun için yanan bir babası ve kardeşleri var. Elif’in acısı anasını yaktı, Ali’nin acısı son defa onu görmekten, sarmaktan, son yolculuğunda yanında olmaktan mahrum bırakılan yasaklı baba ve kardeşlerini yakıyor.
Ali Gezer’de olduğu gibi Türkiye’nin bir de karşı tarafın acısına, trajedisine, trajedisiyle baş etme kavgasına bakması gerekmez mi? Çözülecekse bu sorun, susacaksa bu silahlar askerlerin hayatına pek benzemeyen Ali gibi ve ondan daha başka acılardan geçmiş bu hayatları da dışarıdaki insanların bilmesi gerekmez mi? Bakmazsanız bu öykülere, bilmezseniz bu acıları, nasıl barışacaksınız?
Yüksel Genç
30 Ağustos 2011 Salı
Nurhakların Bilge Oğlu
Adı soyadı: Ali Gezer:
Kod adı: Zerdeşt Dersîmî
Doğum tarihi: 02.02.1970
Anne baba adı: Hatice- İbrahim Gezer
Öğrenim: İstanbul Üniversitesi Uluslar Arası İlişkiler Bölümü
PKK’ye katılım Tarihi: 1993 İstanbul
Şahadet Tarihi ve yeri: 18 Ağustos 2011- Pervari
Oğlum, Kardeşimiz, Ağabeyimiz ve Hevalimiz Ali Gezer 1970 Yılında Elbistan Hasanali köyünde dünyaya gözlerini açtı. Annesinin helal sütünden emmeyi ve bunu laiğiyle de devretmeyi çocukluk yaşlarında hepimize hissettirdi. Olgun, insancıl, hümanist, insanı kırmaktan korkan, haksızlığa da asla boyun eğmeyen duruşuyla, aile ve çevresinde erkenden öne çıkmasına yol açtı. Aile içinde bugüne kadar incittiği kimse olmamış, çevresinde oldukça sevilen ve gittiği yerde etki bırakmasını bilen karakteriyle sürekli ilgileri üzerinde toplamıştır.
Marksist, Leninist klasikler başta olmaz üzere, Deniz gezmiş, İbrahim Kaypakaya, Sinan Cemgil, Kemal Pir, Mazlum Doğan, Mahsum Korkmaz gibi önderlerin düşünce ve yaşamlarını incelemeye başladı. Türkiye ve dünya devrim hareketleri üzerinde büyük araştırmalar yapan Ali Gezer PKK’nin ideolojik ve teorik olarak Kürt halkının kurtuluş örgütü olduğu kanaatiyle Kürt Özgürlük Mücadelesi ile tanıştı.
Ermeni katliamından büyük etkilenen Ali Gezer, 38 Dersim katliamı, Maraş katliamı ve Kürdistan’da gelişen tüm diğer isyanların haklılık sebeplerini içselleştirdi. Ve son isyan olan PKK artık onun için içinde yer alması gereken bir hareket olmuştur. Ali Özellikle 38 Dersim katliamından ve yaşadığı Maraş katliamından büyük etkilenmişti. Bu nedenle, adını Sonraları Zerdeşt Dersîmî koyacaktır.
Liseden sonra sınavlara giren Ali Gezer İstanbul üniversitesi Uluslar Arası İlişkiler Bölümünü kazandı. Bu dönem içinde PKK’nin bölgemizdeki gerilla gücüyle görüşmeye başladı. Ve gerillanın da onayıyla İstanbul’a 1991 yılında üniversitede öğrenci örgütlenmesi içerisinde yer almak amacıyla geldi. İstanbul Üniversitesi Uluslar Arası İlişkiler Bölümüne bir öğrenci olarak girdi ama bir militan olarak çalışmalar yürüttü. YCK Yekitiya Ciwane Kürdistan örgütlenmesi içerisinde yer aldı. Bu örgütlenme çalışmalarından dolayı okuldan uzaklaştırıldı. Bu dönemden sonra Ali için legal çalışma yürütmek artık anlamsızlaştığı için 1993 yılında profesyonel olarak PKK saflarında yerini aldı.
1994 yılında ise İstanbul’da gözaltına alındı ve bir aydan fazla gözaltında kaldı. Bu süre zarfında büyük işkencelere maruz kaldı. Bir ayı aşkın bir süre gözaltında kalmasına rağmen, iddianamesinde kendisine ait sadece iki cümle vardır. Hiçbir şeyi kabul etmemiş, imzalamamış ve direnmiştir. Tüm bunlara rağmen tutuklanarak Bayrampaşa cezaevine gönderilmiştir. Daha sonra Ümraniye cezaevine sevk edildi. 1996 yılında Ümraniye yapılan büyük bir saldırıya da maruz kaldı. PKK’li tutuklulara yönelik geliştirilen büyük bir operasyonda birçok arkadaşı yaralandı. Ali Gezer Türk Güvenlik Mahkemesinin iradesini kabul etmeyerek, siyasi savunma da yaparak tarihe farklı bir not daha düşmüştür.
Siyasi savunmasından sizlere kısa bir pasaj iletmek istiyoruz: “Türk polisi tarafından büyük işkencelere maruz kaldım. Filistin askısı, elektrik verme, tazikli su, beton üzerine yatırma, gibi her tür insanlık dışı işkenceleri uyguladılar. Hatta başımdan ve boynumdan ezikler meydana geldi. Ve kaburgam kırıldı. Bu baskı DGM’ye götürülünceye kadar devam etti. Bütün arkadaşlarıma da aynı işkenceler yapıldı. Ve DGM’den de alınan ifadelerde işkenceci polislerde vardı. Ben DGM’ye inanmıyorum. Onların da kontranın bir uzantısı, daha doğrusu kontra mahkemelerdir. Benim ablam Nurhak dağlarında Kimyasal silahla devlet güçleri tarafından katledildi. Bu yüzden kin ve nefretle doluyum. Bugün tahliye olsam Engizek ve Nurhak dağlarına gideceğim” demiştir.
Ali Gezer gördüğü işkencelerden dolayı Türk devleti ve polisini AHİM’e dava etti. Ve AHİM’de Türk devletini mahkum etmeyi başardı.
Cezaevi sürecinde biz ailesine söylediği en büyük arzusu şuydu: “Bir gün buradan çıkarsam yüzümü, yüreğimi dağlara döneceğim.”
1996 yılının sonunda tutuksuz yargılanmak üzere tahliye oldu. Cezaevinde düşlediği düşüne doğru yol almak için hiç beklemedi. Cezaevinden çıkar çıkmaz, dağlarına, tarihine aşık olduğu Dersim’e doğru yola çıktı. Daha Dersime varmadan Karakoçan yolu üzerinde yapılan bir kimlik kontrolü sonucu yeniden gözaltına alındı. Ve Dersime girişi engellenerek serbest bırakıldı. Dolayısıyla İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Yeniden kendi koşullarıyla Gerillaya gitmek için yollar aradı. Sonunda toplam bir ay geçmeden Botan sahasına geçmeyi başardı ve hayalini kurduğu özgür Kürdistan dağlarına kavuştu.
Uzun yıllar Botan sahasında kalan Zerdeşt Dersîmî irili ufaklı bir çok sorumluluk ve görev üstlendi. 2004–2005 yıllarında Güney sahasına çekilerek burada bir dönem eğitim gördü. Ardından 2006–2007 yılları arasında da HPG Basın İrtibat Merkezi’nin sorumluluğunu yürüttü.
Zerdeşt Dersîmî’yi bir yerde tutmak, bir yerlere sığdırmak imkânsızdır. Çünkü o çocukluğunda da öyleydi. Ruhu özgür, düşüncesi özgür, dağlara vurgun Nurhakların asi bir çocuğudur. Toprağın kokusu, dağların sabah ve tazeliğini içine çekmeden yaşayabilecek özelliklere sahip değildi. O güneşin doğuşuyla yollara koyulan, güneşin doğuşunu izlemeden güne başlayamayan biriydi.
Bir karıncayı bile incitmekten çekinen, savaş karşıtı olan Zerdeşt Dersîmî’nin elinde silahla Kürdistan dağlarında yıllarca savaşmasına neden olan, zulmün kendisidir. Bir yerde eğer zulüm varsa orada isyanda vardır. Zerdeşt Dersîmî için, her gün şehit düşen arkadaşlarının haberlerini almak, onların yanında olamamak onlarla omuz omuza çatışmamak mutsuzluğun en büyüğü olsa gerek Basın İrtibat Merkezinden çok kalmaz ve yine yönünün en iyi bildiği yere, yani Botan sahasına çevirir.
O Nurhak’ların bilge ve özgür çocuğudur. İsyanı, mücadelesi haksızlığa ve zulmedir. Kürtlerin binyıllardır yaşadığı acıları yüreğinin en içinden hissederek yaşadı ve bu haksızlığa karşı mücadele ederek yaşamının hakkını laiğiyle yerine getirdi.
Değerli Dostlar; Değerli Kürdistan Halkı: Zerdeşt Dersîmî’nin ailesi olarak, kısa bir özgeçmişi hakkında sizleri bilgilendirme ihtiyacı duyduk. Dersîmî’nin yaklaşık 20 yıllık PKK tarihini bildiğimiz kadar özce aktardık. Yalnız şuna da inanıyoruz ki: Üniversite, gözaltı, cezaevi ve gerilla süreci arkadaşları tarafından halkımız daha da genişçe bilgilendirilecektir.
Değerli dostlar, Değerli Kürdistan Halkı, Gezer Ailesi olarak Soruyoruz şimdi:
Hangi acı daha büyüktür? Hangi acının tarifi vardır? Kaybetmek mi? Son yolculuğunda yanında olamamak mı? Hoş geldin veya hoşça kal diyememek mi? Acının büyüğü veya küçüğü var mıdır? “Ateş düştüğü yeri yani yüreği yakar” Eğer sürgündeysen ve gidemiyorsan bu daha da fazla büyük yakıyor.
Sorarız şimdi bir karıncayı, bir insanın kalbini kırmaktan büyük korkan Oğlum, Kardeşim, Ağabeyim, Hevlalim nasıl onca yıl kolunda en ağır silahlarla mücadele etti? Neden? Onun yüzünü dağlara çeviren donanımla bir özgürlük gerillası yapan neydi?
Eğer ocağınıza ateş düşürülmüşse, eğer ekmeğinize göz dikilmişse, eğer canınıza kast ediliyorsa, eğer diliniz, dininiz, ırkınız yok sayılıyorsa, işte orada bir karıncayı bile incitmekten çekinenler donanımlı birer özgürlük savaşçısı olarak dağlarda yıllarca savaşırlar. Savaş karşıtı olsalar bile gerekirse savaşır ve gerekirse ölürler.
İşte Zerdeşt Dersîmî bir halkın haklı mücadelesinde onurluca yerini aldı. Onurluca görevlerini yerine getirdi. Ve diğer Kürt halkının evlatları gibi Zerdeşt’i de şehitler kervanına uğurladık.
Oğlum, Kardeşim, Ağabeyim, Hevalim; Bu öyle bir acıymış ki, bunu tarif etmek imkânsız mış? “Kelimelerin içi boş derdin” Aynen öyle. Seni hangi cümleyle, hangi kelimelerle ifade etsek ki? Hepsi şimdi öyle boşlar ki. Bu acıya yabancı değiliz elbette.
Bir resim her şeyi doldurabilir mi? Bu soruyu daha önce kendimize hiç sormadık değil. Daha önce de aynı acıyı yaşamıştık. Aynı soruları sormuştuk. Ama şimdi anlıyoruz ki, sorduğumuz soruların ve cevapların karşılığı olduğumuz mekânlara göre değişiyormuş.
Evet. Oğulum, Kardeşimiz, Ağabeyimiz; Şehit Mızgin’i de uğurladık. Yanı acıyı seninle birlikte ablanı yolcularken de yaşadık. Ama insan kendi toprağında, kendi acısını daha büyük, daha onurluca, dostuna da düşmanına karşı yaşıyormuş. Meğer, gelememek, ellerinle bize sunduğun o toprağın kokusunu ciğerlerimize solmamak kadar büyük bir acı yokmuş. Acının acısının tarifi de olmuyor.
Değerli dostlar, bu savaş Kürtlerin son savaşı olacak. Bu savaş çok can aldı. Çok fazla acıttı canımızı. Acının büyük olduğu yerlerde büyük umutlar doğar. Kürdistan dağlarında 30 yıldır acı ve kan akıyor.
Medeniyetin beşiği topraklarımızın inim inim inletenler, döktükleri kanda kendileri inim inim inleyerek can verecektir. Özgürlüğüne susamış Kürt halkını hiçbir güç durduramayacaktır.
Oğlum, Ağabeyimiz, Kardeşimiz, Hevalimiz Ali Gezer (Zerdeşt Dersîmî) Bir babayı değil, milyonlarca babayı, bir anneyi değil milyonlarca anneyi, bir kardeş ve ağabeyi değil milyonlarca ağabeyi ve kardeşi kucakladı. O büyük bir ailenin evladıydı. Son yolculuğunda yanında olan Tüm dostlara ve büyük ailesine Teşekkür ederiz. Bizleri aratmadığınıza inanıyoruz.
Bu duyguyla; Sürgünde de olsak, gelemezsek de topraklarımıza, uğurlayamasak da yüreklerimizin sol tarafını; olduğumuz yerlerde onlara laik, mücadelemizi sürdüreceğiz. Sözümüz sözdür. Tüm özgürlkü savaşçılarının anıları önünde saygı ile eğiliyoruz..
Şehit Elif Gezer (Mîzgin) ve Şehit Ali Gezer (Zerdeşt Dersîmî)
AİLESİ
28 Ağustos 2011
Basel
27 Ağustos 2011 Cumartesi
JI MIN VIR DE HATINEK…
Zamanın girdaplarında yaşarken, yaşam vantuz kadar çekici ve korkunç geliyor insana. Bedeli ağır olan şeydir yaşamak. Öldükçe yaşıyorsun, yaşadıkça da ölünüyor. Sen baş eğmez manzaralara dalıp giderken, içindeki kavga senden habersiz ortalığı toz dumana katmıştır bile. Suskunluğun içindeki kavganın görkemindendir bilirim.
Yorulmak bilmez arsız zamanlar. Yorulmak bilmez ömürler. Yorulmak bilmez kavgalar. Aklının ucundan bile geçemeden, yılıp gider ömürler. Kaç ömür, kaç ölüm sığdırdım bir hayata bir bilsen. Ama tek bir şey sığdıramadım, ömrüm o kadar küçülmüş ki!
Büzülür içim, dağ başı şehirleri dar gelir. Başım alıp gitmek isterim, Ciloları, Munzurları ve Araratları aşarak. Hayatın bayatladığı kentleri terk ederek ardıma bakmadan gitmek en büyük arzuya dönüşüyor.
Hallac-ı Mansur mu olmalı, Nesimi mi, yoksa nerden geldiği belli olmayan, nereye gideceği belli olan ama kim olduğu belli olmayan bir Lawké Xerip mi olmalı? Oysa yüreğimin Sefine’si ayaklar altında şimdi bir bilsen! Nuhlar terk etmiş çoktan Sefineleri. Hayat taşıyan gemiler şimdi virane kentlere dönmüş bir bilsen!
Binyıllar öncesinin dağ başı cenk meydanlarında vurulmak, körelmiş gizli patikalarından yeniden geçmek, bazen uçurumlardan düşüp parçalanmak, bazen çığlardan, sellerden senin aklının ucundan bile geçmeyecek şekillerde yitip gitmek, bazen kurda kuşa yem olmak istiyorum.
Bazen bir çobanın kavalında hiç bitmeyen bir ezgi olmak, bazense kekik tadındaki zozanlarda esmek isterim.
Kelimeler de ömürler gibi sadece birer kaptır, içine ne koyacağına ve ne sığdıracağına sen karar verirsin. Ama çoğu kelimelerin içi boş, kelimeler anlam tutmaz olmuş çoğu ömürler gibi. Oysa ömür gizemdir, gizemlidir. Ömür bir şifredir, herkesin çözemeyeceği.
En işlek bir işçi pazarında daha kalabalık görünür, içimdeki tenha sokaklar. Tanrısal yalnızlıklara gebe bir ömür. Göz kırpar yalnızlığım şen şakrak. Şifreler deşifredir tüm bakmalarımda. Gözlerim bu nedenle yorgun ve bitkindir. Hayata çırılçıplak bakma erdemi en lanetli şey mi bu ömre bahşedilen? Giymeli mi gizleyen ve bir başka gösteren elbiseleri, takmalı mı parmak izi göstermeyen eldivenleri. Lanet kuytularına mahkûm bir yürek mi taşımalı.
Ey lanetlenmiş ülkenin çocukları!
Ey kendini arayan kayıp insanlar!
Ey görmeyenler!
Ey duymayanlar!
Ey bilmeyenler!
Ülkenize dönün!
İçinize dönün!
Çırılçıplak yüreğinizle, gerçeğinizle, umut ve hayallerinizle yüz yüze kalma cesareti edinin. Üstünüze çekilmiş o lanet örtüleri yırtıp atın, yakın ve küllerini savurun. Beynimize, yüreğimize ve üstümüze çekilmiş o lanet örtüler yok edilmedikçe, ruhumuzdaki prangalardan kurtulamayacağız. Ruh bizim olmadıktan sonra, beden de hep başkalarının olacaktır.
Kutsanmış lanetliklerdir ruhumuzdaki prangalar.
Onu tek bir güç parçalayabilecektir…
O her şeye muktedir olandır…
Onsuz olunamayandır…
Yeni yolculuklar gebe yürek…
Sefine’siz bir Lawké Xerib olayım mı demeli?
Oysa kaç yedi yıl tükettim Sefine yollarında bir bilsen!
Ama pişman olmadım.
Bin ömür daha da olsa, alnından öpüp kurban eyleyeyim.
Yeter ki bitmesin, özlemi Sefine’nin.
Hallac-ı Mansur mu olmalı, Nesimi mi, yoksa nerden geldiği belli olmayan, nereye gideceği belli olan ama kim olduğu belli olmayan bir Lawké Xerip mi olmalı? Oysa yüreğimin Sefine’si ayaklar altında şimdi bir bilsen! Nuhlar terk etmiş çoktan Sefineleri. Hayat taşıyan gemiler şimdi virane kentlere dönmüş bir bilsen!
Binyıllar öncesinin dağ başı cenk meydanlarında vurulmak, körelmiş gizli patikalarından yeniden geçmek, bazen uçurumlardan düşüp parçalanmak, bazen çığlardan, sellerden senin aklının ucundan bile geçmeyecek şekillerde yitip gitmek, bazen kurda kuşa yem olmak istiyorum.
Bazen bir çobanın kavalında hiç bitmeyen bir ezgi olmak, bazense kekik tadındaki zozanlarda esmek isterim.
Kelimeler de ömürler gibi sadece birer kaptır, içine ne koyacağına ve ne sığdıracağına sen karar verirsin. Ama çoğu kelimelerin içi boş, kelimeler anlam tutmaz olmuş çoğu ömürler gibi. Oysa ömür gizemdir, gizemlidir. Ömür bir şifredir, herkesin çözemeyeceği.
En işlek bir işçi pazarında daha kalabalık görünür, içimdeki tenha sokaklar. Tanrısal yalnızlıklara gebe bir ömür. Göz kırpar yalnızlığım şen şakrak. Şifreler deşifredir tüm bakmalarımda. Gözlerim bu nedenle yorgun ve bitkindir. Hayata çırılçıplak bakma erdemi en lanetli şey mi bu ömre bahşedilen? Giymeli mi gizleyen ve bir başka gösteren elbiseleri, takmalı mı parmak izi göstermeyen eldivenleri. Lanet kuytularına mahkûm bir yürek mi taşımalı.
Ey lanetlenmiş ülkenin çocukları!
Ey kendini arayan kayıp insanlar!
Ey görmeyenler!
Ey duymayanlar!
Ey bilmeyenler!
Ülkenize dönün!
İçinize dönün!
Çırılçıplak yüreğinizle, gerçeğinizle, umut ve hayallerinizle yüz yüze kalma cesareti edinin. Üstünüze çekilmiş o lanet örtüleri yırtıp atın, yakın ve küllerini savurun. Beynimize, yüreğimize ve üstümüze çekilmiş o lanet örtüler yok edilmedikçe, ruhumuzdaki prangalardan kurtulamayacağız. Ruh bizim olmadıktan sonra, beden de hep başkalarının olacaktır.
Kutsanmış lanetliklerdir ruhumuzdaki prangalar.
Onu tek bir güç parçalayabilecektir…
O her şeye muktedir olandır…
Onsuz olunamayandır…
Yeni yolculuklar gebe yürek…
Sefine’siz bir Lawké Xerib olayım mı demeli?
Oysa kaç yedi yıl tükettim Sefine yollarında bir bilsen!
Ama pişman olmadım.
Bin ömür daha da olsa, alnından öpüp kurban eyleyeyim.
Yeter ki bitmesin, özlemi Sefine’nin.
Ali Gezer (Zerdeşt Dersîmî)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)